Gemlik Eğitime ve Sanata Yardım Derneği Fatih Öğrenci Yurdu tarafından kendi velilerine ve tüm anne babalara yönelik düzenlenen Aile İçi Eğitim Semineri 11 Eylül Belediye Düğün Salonunda gerçekleştirildi.

Eğitimci – Yazar ve Psikolojik danışman Ahmet Kocacan’ın konuşmacı olarak katıldığı seminere yaklaşık 500 kişi katıldı.
                Fatih Öğrenci Yurdu Sorumlu Müdürü Selim Güler’in açılış konuşmasını yaptığı seminerde ; Ahmet Kocacan birbirinden ilginç hikaye, sunum ve anektotları ile izleyicilerin beğenisini topladı.Örneğin, Japonya’da evlenmek isteyip de nikah dairelerine başvuranlardan 18 adet sertifika istendiğini belirten Ahmet Kocacan, ülkemizde ise, anne babalık konusunda hiçbir eğitimi olmayan kişileri, kendilerinin eğitime muhtaç durumlarına rağmen,  çocuk sahibi olup çocukları eğittiğini, bu durumun toplumun geleceği için sakınca oluşturduğu belirtti.
                “Eğri ağacın doğru gölgesi olmaz” diyen Kocacan; anne baba eğitimsiz ise, anne baba sürekli hata yapıyorsa çocukların da hata yapmalarının yadırganmaması gerektiğini belirtti. Örneğin, Anne ya da baba sürekli sigara içerken, evladına sigara içmemesini istemesi ne kadar doğrudur dedi.
                Zaman zaman, okuduğu şiirlerle dinleyicileri mest eden Kocacan; konuşmasını, herkese 3  S yi tavsiye ederek bitirdi. Saygı- Sevgi ve Sabır.
                Belediye Başkanvekili refik Yılmaz, Belediye başkan Yardımcısı Muharrem Sarı, Saadet Partisi ilçe Başkanı  Sedat Özmen ve MHP İlçe Başkanı Osman Durdu da seminere katıldılar.               
Seminerin ardından; Belediye Başkanvekili  Refik Yılmaz; Ahmet Kocacan’a teşekkürlerini ileterek, dernek tarafından hazırlanan plaketi sunarken, ilçemizde yıllardır faaliyet gösteren dernek ve yurt yöneticilerine teşekkür ederek, kız öğrenciler için başlanan yurdun da en kısa sürede bitirilmesi için ilçe halkını destek vermeye davet etti.

Seminerden kareler





Durma yüzün sür kademine O Gül’ün

Bir kırıntı yeter...
Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz aslında hepimiz. Birçok şiire, gazele, yazıya konu olmuştur.

Peygamber Efendimiz miladi 20 Nisan 571 (Hicri 12 Rebiulevvel) dünyaya teşrif etmiştir. Bu yüzden Nisan ayı farklı bir aydır. Sanki yeniden onunla beraber doğuştur bir nevi. Ona olan sevgimizi güllerle, güzel sözlerle, şiirlerle ifade etmeye çalışmışızdır her zaman.
Peygamberimizin biricik kızı Hz.Fatıma validemiz Efendimizin vefatı üzerine toprağına yüzünü sürerek;“Ne oluyor da efendimizin türbesini koklayan başka koku alamıyor. Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki eğer gündüzler üzerine dökülseydi derhal gece olurdu.” diye gözyaşı dökerek bu beyitleri söylemiştir.

Gazneli Mahmud’un peygamber sevgisi; abdestsiz Rasulullah’ın ismini ağzına almaması ile başlıyor, Sultan Ahmed’in ömrü boyunca sorgucuna efendimizin ayak izini taç yapması, kavuğunda taşımasıdır bu yüce sevgi… Ve ayak izinin kenarına şu dizeleri iliştirmesidir;
Nola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kademi nakşını ol hazret-i şâh-ı rusülün
Gül-i Gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül'ün
( Her zaman başımda taç gibi taşısam Peygamber’in (s.a.v) ayak resmini, gül yanaklı peygamberimizin ayak izidir o. Ahmed durma hemen yüzünü sür o gülün ayağına.)
Sultan I.Ahmed'in Vefatı...
Yine Şair Nâbî’nin efendimize olan sevgisi, onu da anlatayım;
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
……………………………
Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Nâtın açıklaması şöyledir: “Edebi terketmekten sakın; Burası Allâhü Teâlâ’nın Habibi’nin yeridir. Burası Allâhü Teâlâ’nın nazar ettiği, Mustafâ (s.a.v.)’nın makâmıdır. Ey Nâbî! bu dergâha edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetle öptüğü tavaf yeridir.”

17. yüzyıl (IV. Mehmet dönemi) Osmanlı şairlerinden Urfalı Nâbi, bir grup devlet erkânıyla hacca gitmek üzere yola çıkar. Medine-i Münevvere’ye yaklaştıkları gece, Peygamber Efendimiz’in (sav) huzuruna varma aşkıyla uyku uyuyamayan Nâbi, bir devlet adamının, ayakları kıbleye karşı uyuma gafleti üzerine, o anın ilhamıyla bu kasideyi söyler ve yazıya geçirir. Medine-i Münevvere’ye girdiklerinde sabah ezanının okunma vaktidir ve minarelerden Nâbî’nin,  Sakın terk-i edebden…” diye başlayan nâtını okuyorlardı. Nâbî, dehşetle, okunanın kendi şiiri olduğunu farkeder. Hemen müezzine koşar ve bu şiiri nereden öğrendiğini sorar. Müezzin şöyle cevap verir: Bu gece rüyamda Efendimiz (sav)’i gördüm, bana ‘Ümmetimden Nâbî adında bir şairin, benim hakkımda yazdığı bu kasideyi oku!’ dedi. Ben de aynen okudum. Kulaklarına inanamayan Nâbî gözyaşları içinde müezzine:
— Sahiden ümmetimden mi dedi? diye sorar ve:
— Evet, cevâbını alınca düşüp bayılır.
…………
Osmanlı padişahlarının hepside efendimize karşı son derece hürmetkâr ve bağlı idi. Cennetmekân Sultan II. Abdülhamid Han’ı hatırlamamak mümkün müdür bu mevzuda? Hicaz Demiryolu`nun inşasında Medine-i Münevvere`nin 20 km`lik yakınına gelindiğinde Peygamber Efendimiz rahatsız olmasın diye Medine`nin merkezine kadar raylara keçe döşetmiş ve trenin raylar üzerinden geçmesi ile çıkacak sesleri engelletmiştir. Buda Peygamberimize olan sevginin saygının bir tezahürüdür. Peygamberimize olan saygılarından ötürü efendimizin ismini Mehmed diye teleffuz eden, ordusuna “Mehmetçik” ismini veren bir milletin padişahlarında olan sevgi, araştırın daha neler göreceksiniz.
"Göz açıp kapayıncaya kadar hatta ondan daha azını isteyen, onsuz bir anını ölü sayabilecek kadar sevgiyle dolu gönül sultanları… Böyle süre gelen sevgi selinden bir katre yeter bizi kurtarmaya."
Bir kırıntı yeter sevginizden, kereminizden…
Ve gül bütün zamanlar boyunca birçok samimi duygulara, kelimelere, sözlere, hayatlara dökülüp bir özlem, bir hatıra, bir nebze ferahlık olarak bir gül dalından, semaya doğru uzanıp, tomurcuklar olarak açılıp miski amber kokuları yaymıştır etrafına.
Ahmet Eyice

 Tughra (i.e., seal or signature) of Abdülaziz,...
- “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.”
Osmanlı sultanlarında “PEYGAMBER SEVGİSİ”
- “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.”
Osmanlı sultanlarında “PEYGAMBER SEVGİSİ”

Osmanoğulları, Onyedinci yüzyıl tarihlerinde “Sahaifü’l-Ahbar” da “Doğu’nun ve Batı’nın, karaların ve denizlerin efendisi, Mekke ve Medine’nin hamisi” olarak anılmaktalar. Ama onlar büyük bir edeple hamilik (koruyucusu) sıfatı yerine bu beldelerin hadimi (hizmetçisi) olduklarını belirtmişlerdi. Öyle ki Hz. Peygamber (A.S.)’ın şehrini bir valinin adı altına sokmamışlar, oraya gönderdikleri idareciye vali yerine “Medine Muhafızı” ünvanı vermişlerdi. Bir Cihan Devleti kurmalarına rağmen, Mekke ve Medine’ye Osmanlı sancağı asmayı da edebe aykırı bulmuşlardı.Mekke’nin ve Medine’nin hamisi olarak görülen Osmanoğulları, bu mübarek beldelere neler yapmış ve bu sıfatı haketmek için nasıl bir gayret içinde olmuşlardı? Onlardaki hangi özellikler böyle şerefli bir mertebeye yükselmelerine sebep olmuştu?
Kendisine Hakimu’l Haremeyn diye hitap eden hatibe itiraz ederek; “hayır biz ancak Hadimu’l Haremeyniz” diyen Yavuz Sultan Selim’in efendimize olan sevgisi ve tih çölünü o sevgiyle geçmesi;
“Çöl gündüz cehennem gibi sıcak, gece ise insanin kemiklerini donduracak kadar soğuktur. Askerler ve binek hayvanları perişan durumdadır. Yavuz, atıyla ordunun en önünde gitmektedir. Bir müddet sonra Yavuz, atından inerek yürümeye baslar. Askerler hayretler içinde kalır.
Sultan yürürken onlar at sırtında gidemeyeceği için tüm askerler atlarından inip yürümeye baslar. Atların bile kanının kaynadığı, zor yüründüğü bu çölde, Sultan niye atından inipte yürüyor diye fısıltılar baslar. Askeri Paşalar, Yavuz’un can dostu olan, veziri ve yardımcısı Hasan Can’a;
Ne olur Hünkâr’a sorun, acep bu ne istir?  Askerler telef olacak derler.
Hasan Can çekine çekine Padisah Yavuz Sultan Selim Han’a neden attan indiğini sorar, Yavuz gür sesiyle şu cevabı verir;
- Hasan, Hasan görmüyor musun?  Önümüzde Peygamber Efendimiz yürüyor, o yaya yürürken ben nasıl ata binerim?… “
Peygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan Osmanlı Hünkârlarının başında, belki de Fâtih Sultan Mehmed yer alır Öyle olmasaydı, herhalde asırlar öncesinden Peygamberimizin Övgü ve müjdesine nail olamazdı  O’na karşı tarifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul’un Fethi’nde ortaya koymuştur Rumeli Hisarı’nı, O’nun güzel ismi “Muhammed”in Arapça yazılışına göre inşâ ettirmiştir  Fâtih’in, Peygamberimizin senasına namzed olduğunu, fethin gerçekleşmesi için dile getirdiği, şu sözler ispatlamaya kâfidir: “Avnı ilâhî ve imdadı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!” Fâtih şu dörtlükte, aynı hissiyatını daha bediî ifadelerle teşhir etmektedir:
İmtisal-i cahidu fillah olubdur niyyetim.Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretim.Ey Muhammed mu’cizat-ı Ahmed-i muhtar ile,Umarım galib ola a’dâ-yı dine devletim.
Osmanlı padişahları içinde Efendimiz’i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O’ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman’ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir.
Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!” diye emir buyurur. Bu emir üzerine, Kanunî hemen Harameyn’i imar ve iskân projelerine başlar.
Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat’taki Ayn-ı Zübeyde Suyu’nu Mekke’ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan, Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O’na şöyle yalvarır:
“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda
Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda
Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem
Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”
(Hem Allah’ın (celle celâlühü) habibi hem de âlemlerin nurusun. Sen’i sevenleri bir an olsun kapından uzak tutma. Gitmesin dilimden şerefli ismin, nişanın. Benim dertli gönlüm bu zikirden şifa bulur canım da sevinç duyar.)
Kanunî’den sonra devlet duraklama devrine de girse, onların gönüllerinde bu aşkın yerinde sayması mümkün olmaz. Sultan İkinci Ahmed devletin içte ve dışta değişik gailelerle boğuştuğu bir dönemde tahta çıkar. Gençtir, ancak, mâneviyat yüklü ve dertli bir padişahtır. Öylesine dertlidir ki, derdine dermanı yaşadığı devirde bulamaz ve çok öncelere gitmeye karar verir. Bir gece, kimseye görünmeden Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi’ne gider. Burada Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:
“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün
Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmeda, durma yüzün sür kademine ol Gül’ün”
(Keşke Peygamberler Şahı’nın o temiz ayaklarının nalınını bir taç gibi başımda taşıyabilsem.
O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin Gül’ü dür. Öyleyse Ahmet sen de yüzünü sür ayağına o Gül’ün.)
O günden sonra Efendimiz’in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:
“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı
Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı
Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza
Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı”
(Ayrılığınla Efendim bende takat kalmadı. Bu dilim tek parça oldu, aşkta sevgi kalmadı.Ben çaresizi o kadar ağlattı ki, sinemde Hazreti Yakub’a gözyaşı kalmadı.)
Sultan Abdülaziz de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) âşığı padişahlardandır.Bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine’den bir dilekçe gelir. Devlet erkânı önce dilekçeyi arz etmekte tereddüt gösterse de, padişahın Medine’ye karşı hassasiyetini bildiklerinden, dilekçeyi huzura getirirler. Yaveri dilekçeyi okuyup cevabını isteyecektir; ama sultan onun Medine’den geldiğini öğrenince okumasına mâni olur. Muhabbeti öylesine derindir ki, yanındakilere
- “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.” der.
Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine’den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper, alnına koyar, koklar ve öyle açar.
* * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Osmanlının en çalkantılı dönemlerinden biri de İkinci Abdülhamid Han dönemidir.
Lâkin bu dönemde önemli icraatlara imza atan cennet mekân Sultan Abdülhamid Han, ülkenin dört bir yanını demir yolu ile donatır. Bu yolların en önemlisi Hicaz demiryoludur.Haremeyn’e karşı gönülden duyduğu bağlılığı, demir yollarıyla maddeten de gerçekleştirip, o mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için, İstanbul’dan Medine’ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da, rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine’ye ulaşan hattın son 30 km’lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser, yavaşça perona yanaşır. Yolcular parmak uçlarında inerler trenden, edeple, hürmetle…
Ravza-i Tahire’nin azametine gölge düşmesin diye trenler şehre çok düşük bir hızla giriş yapmışlardı.
Keçe döşenen raylar, o mübarek beldeye duyulan hürmetten günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.
(Derlenmiştir)
not:
OSMANLIDA PEYGAMBER SEVGİSİSULTAN II MURAD’IN VASİYETİNDEALLAH RASULÜ’NÜN ŞEHİRLERİNE KARŞI SEVGİSİ
Sultan ıı Murad mecalsiz bir şekilde yatıyordu.Hafifçe doğruldu ve şöyle dedi: “ Oku İshak vasiyetimizi oku “ İshak paşa vasiyeti tek tek okumayaBaşladı. ” Tevekkülüm halıkımdır. “
“ Bismillahirrahmanirrahim.”
Allaha hamd olsun.Selat ve selam efendimiz Muhammed Mustafaya (a.s ) olsun.
“ Her nefis ve herkes ölümü tadacaktır.”
“Sizleri dünya hayatı mağrur etmesin,gururlanmayın,gurur Allaha mahsustur.”
saruhan vilayetinde bulunan malımın üçte birini ( on bin altınımın )
Üç bin beş yüz filori Peygamberimizin şehri Mekke fukarasınaharcansın ve
Diğer kalan kısmı peygamberimizin şehri medine fukrasına ve ondan 500 filori yine mekke ahalisinden kabe ve hatim arasında yetmiş binkere kelime-i tehvidini zikredip sevabını adı geçen vasiyet sahibine ita edenlere harcansın.
Geri kalan ikibin fuloriden beşyüzü mescid-i aksa’da kubbesinde yetmişbin kere “lâ ilahe illallah “ kelimesini ve defalarca kuranı kerim’i okuyanlara harcansın.
Görüldüğü üzere Sultan II Murad’da Allah ve Resulü’ne olan sevgisi ve Kuranı Kerimin okunmasına verdiği değer hat safadadır.Buradaki en önemli
Hususta o zamanlar henüz mısır alınmamış dolayısı ile mekke ve medine osmanlının eline geçmemiştir.
Kaynak:
Bursalı Mustafa Necati,islam büyüklerinin vasiyetleri ve ünlülerin son sözleri
Kaynak osmanlıda peygamber sevgisi

Çoçuğunuzun mutluluğu sizin mutluluğunuz ise;

BU SEMİNERE DAVETLİSİNİZ

HER ŞEY AİLEDE GİZLİ

Eğitimci - Yazar

Ahmet KOCACAN'ın

Konuşmacı olarak katıldığı

Gemlik Fatih Öğrenci Yurdu'nun

Düzenlemiş olduğu

SEMİNERE 

DAVETLİSİNİZ


Eğitimci - Yazar, Psikolojik Danışman Ahmet KOCACAN'ın 

21 Nisan 2013 Pazar günü saat: 20:00'da 

Gemlik 11 Eylül Belediye Düğün Salonunda Anne - Babalara yönelik yapacağı seminere davetlisiniz.


Kölelikten sultanlığa yükselişte her yönüyle incelenmeye değer bir şahsiyet Târık bin Ziyâd. Gemileri yakmıştı İspanya'ya geldiğinde....

Biri gemileri yaktı, biri gemileri yürüttü.

Her ikisi de gayesi uğruna bir şeyleri feda etmişti.

Kölelikten sultanlığa yükselişte her yönüyle incelenmeye değer bir şahsiyet Târık bin Ziyâd. Gemileri yakmıştı İspanya’ya geldiğinde…

Çorak topraktan boy boy bitkilerin filizlenmesi gibi, İrade, azim ve kararlılığın neticesi olarak gemilerin küllerinden bir medeniyet meydana gelmiştir.

Çağ açıp çağ kapatan Ufukların Fatihi Sultan Mehmet Han,

Her ikisi de Ufukların Sultanı olmaya namzeddi. İlhamını asıl Fatih’ten alıyorlardı ki, efendimiz ufkunu çizmişti zaten; Akıllardaki gemileri yakmıştı bu sayede Tarık bin Ziyâd. Uyku ile uyanıklık arasında Peygamber Efendimiz’in “Ey Târık yoluna devam et!” buyurmasıyla ufku çizilmişti.

Efendimiz “İstanbul’u feth eden ne güzel kumandandır” ulvi hedefi ile ufkunu çizmişti Fatih Sultan Mehmet ‘in. Osman Gazi’nin ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gaziye; “İstanbul aç, gülzâr et!” sözü ile ufku çizilmişti Osmanoğulları’nın.

Bu ufuk çizgisiydi Ebâ Eyyub-el Ensâri’yi İstanbul surlarına getiren;
Bu ufuk çizgisiydi sahabeleri İstanbul önlerine serpiştiren;
Bu ufuk çizgisiydi Yıldırım Beyazıt Han’a İstanbul’u iki kez kuşattıran;
Bu ufuk çizgisiydi Fatih’e gemileri yürüten…
Onları Ufukların Sultanı yapan sır neydi?

Yine o büyük kumandan İspanya’yı fethettiği gün kralın sarayına girdiğinde hazine dairesine varıp altınları, mücevherleri görünce kendi kendine muhasebesini şöyle yapmıştı: “Târık ! Sen dün tasmalı bir köleydin. Bugün muzaffer bir komutansın. Yarın ne olacağını da ancak Allah bilir, toprak altında hesap vereceksin! Şımarma!” Bu sözlerin sahibi sonra gurura, çalıma girmemek için yatağını kraliyet dairesine değil, ahıra serdirmişti. İşte Târık bin Ziyâd!

İstanbul’u fethettiği gün aksakalı ve ağır duruşuyla Akşemseddin’i Padişah sanarak ellerindeki çiçek demetlerini ona vermeye çalışan şehir halkına göz ucuyla Fatih Sultan Mehmed’i göstererek; Sultan Mehmed odur, çiçekleri ona veriniz demek istiyordu. Fatih’ de Akşemseddin’i göstererek; gidiniz gene ona veriniz… Sultan Mehmed benim ama o benim hocamdır, deme cüretini göstermesidir onu ufukların sultanı yapan sır.”
Ufkumuzun Fatihi, olmazı olduran azminin karşısında kimsenin duramadığı, gemileri karadan gerekirse havadan yürütebilecek dirayete sahip Ebu’l Feth Fatih Sultan Mehmet Han!

“Farklı bir şeyler yapmak insana fark katar, gemileri yakmamızın, yürütmemizin veya uçurmamızın manası budur”

Belki onların gayesi sıra dışı olmak değildi, ama gayeleri uğrunda harcadığı çabalar karşısında idealist örnek insanlar oldular. Bizim gönlümüze kahraman olarak yerleştiler ve şanlı tarihimizin en güzel örnek insanlarından birileri olarak eşsiz tarihimize isimlerini altın harflerle yazdırdılar. Hiçbir kanuna gerek kalmadan kanunsuz kahramanlar listesinde yerini aldılar

“Fatih Sultan Mehmed’i koruma kanunu diye bir kanun duydunuz mu hiç, niye unutulmuyorlar, hep zihinlerimizde onlar. Asırları kat eden geçmiş onlar sayesinde uzak kalmıyor bizden.”

Ve bu örnek insanlara sahip, tarihi şühedayla yoğrulmuş, kara toprağın altında kucak kucağa yatan aziz bir milletin öz benliğini yitirmiş evlatlarıyız…

Sonuç olarak; Yüzyıllar boyu bu ufuk çizgisi projektör gibi önümüzü aydınlatmıştır. Ne zaman bu çizgiden saptık, yolumuzu kaybettik. O ışık hala yanıyor, o ışığı önümüze katıp karanlıkları aydınlatmaya VAR MI SINIZ…

Ahmet Eyice 2010

Yedikıta Tarih ve Kültür Dergisi Nisan Ayı sayısında 'Mimar Sinan olmasaydı Ayasofya olmazdı' konusunu sayfalarına taşıdı. 


TIMETURK / Haber Merkezi

Tanıtım Bülteni:

"Mimar Sinan olmasaydı Ayasofya olmazdı"

Ayasofya’nın kubbesi Mimar Sinan’ın eseri mi?

Prof. Dr. Suphi Saatçi, Yedikıta dergisine yaptığı açıklamada, Ayasofya’nın kubbesinin Mimar Sinan’ın eseri olabileceği iddiasında bulunarak, “Mimar Sinan olmasaydı günümüzde Ayasofya olmazdı.” dedi.

Yedikıta Tarih ve Kültür Dergisi, Nisan sayısında Mimar Sinan’ın yapıları ve hayatı üzerinde araştırmalarıyla tanınan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Suphi Saatçi ile yapılan röportajı kapağına taşıdı. “Mimar Sinan olmasaydı Ayasofya olmazdı” başlığı ile verilen röportajda Mimar Sinan’ın yapıları ve hayatı ile ilgili önemli bilgilere yer verildi.

Mimar Sinan’ın mimari yönünün dışında mühendislik tarafının da çok güçlü olduğunu yer hareketlerini ve yer fiziğini çok iyi bilen bir kişi olduğunun belirten Prof. Dr. Saatçi, “Aksi takdirde mimarlıkta başarılı olamazdı. Mimar Sinan sadece mimar değildi, çinicisini de vitraycısını da hattatını da yönlendiren bir yeteneğe sahipti.” diye konuştu.


Sinan Bir Osmanlı Dehası

Mimar Sinan’ın etnik kimliğinin tartışılması gibi bir tartışmanın yanlış olduğunu anlatan Prof. Dr. Suphi Saatçi, “Mimar Sinan bir Osmanlı dehası olduğunu söylüyorum. Çünkü onu Osmanlı yetiştirmiş. Devşirmiş, okutmuş ve büyük çapta mimar yapmış... Bir çocuğu alıyor, etnik kimliğine bakmadan ‘Sinan’ yapıyor. Bundan daha muhteşem, bundan daha önyargısız bir yönetim var mı? Osmanlı’nın en güçlü yanlarından birisi, insanları çok iyi kazanmak ve yetiştirmekti.” şeklinde konuştu.


“Ayasofya Kubbesi Sinan’ın İşi”

Ayasofya kubbesinin Mimar Sinan’ın kubbesine benzediğini söyleyen Prof. Dr. Suphi Saatçi önemli bir iddiada bulundu:

“Dikkatli bakıldığında Ayasofya’nın kubbesi Mimar Sinan’ın kubbelerine benziyor. Çünkü bu Ayasofya o bildiğimiz Ayasofya değil. İlk ahşap olarak yapılmış, sonra yanmış yeniden yapılmış. O da depremle yıkılmış. Bizim gördüğümüz en son şeklidir. Mimar Sinan olmasaydı günümüzde Ayasofya da olmazdı. Onun restorasyonu sayesinde, arkadan masif payandalar, sonrasında kalın iki tane minare, hatta belki de bu kubbe de Sinan’ın işidir diye düşünüyorum.”


Diyarbakır ve Bir Kermes


Yedikıta dergisinde yine Diyarbakır ile ilgili ilginç ve bir o kadar da önemli bilgilerin verildiği “Peygamberler ve Sahabiler şehri Diyar-ı Bekir” başlıklı bir yazıya yer verilmiş. Fatih Oktay’ın kaleme aldığı makale dikkat çekici kaynak bilgiler sunuyor. Derginin “Diyarbakır’da Bir Osmanlı Kermesi” konulu bu ayki ekine paralel olarak hazırlanan yazıda bünyesinde en fazla sahabe bulunduran üçüncü şehir olduğuna dikkat çekilmiş.

Yedikıta dergisinde ayrıca, Robert Koleji’nin Amerikalı misyonerler tarafından Rumeli Hisarı üstünde nasıl kurulduğunu anlatan Doç. Dr. Mustafa Gündüz’ün kaleme aldığı makale “Robert Koleji’nin İlginç Kuruluş Öyküsü”, başlığıyla verilmiş. Doç. Dr. Mustafa Güler’in “Haremeyn Hizmetkârları Memlûklüler” başlıklı makalesi, Dr. Abdülhamit Avşar’ın Hazar Denizi Bakü açıklarında bulunan Nargin Adası’ndaki dramı anlatan “Nargin Adası’ndaki Esir Türkler” başlıklı yazısı ilgiyle okunacak makaleler arasında yer alıyor.






YEDİKITA Tarih ve Kültür Dergisi
Abone: (0212) 657 77 35
İrtibat: (0212) 657 88 00 – 151
bilgi@yedikita.com.tr - www.yedikita.com.tr

Fiyatı4.00 TL(KDV Dahil)› Sepete Ekle

İnsan ve Hayat Dergisi 37. Sayı (Mart 2013)




Komisyon
İnsan ve Hayat Dergisi
Ürün / Stok Kodu: TJ08M1JASayfa: 64Kitap Hakkında: (Bu sayfadaki bilgiler kitaptan alınmıştır.) Fazilet Neşriyat bünyesinde aylık olarak yayınlanan İnsan ve Hayat Dergisi, Mart 2010’da yayın hayatına başladı. Hayatın içerisinden insanı bulup onu layık olduğu değere çıkartma gayesi ile yola çıkan dergimiz, kirlenen toplum hafızasını temizleme düsturuyla ulaştığı her insanın hayatında ayrı bir güzellik kapısı açmaktadır.Her sahadan etkili yazarları ile sizin için en doğru sosyal bakış açısını yakalamaya çalışan İnsan ve Hayat Dergisi, her geçen gün yeni yazar ve okurlarıyla büyümesini sürdürmektedir. Siz de hayatı daha iyi anlamak  ve insan dünyasına farklı bakış açıları yakalamak  istiyorsanız İnsan ve Hayat Dergisi'ne katılabilirsiniz.
- Kitabı kaç adet alacağınıza ve kaç taksit ödeyeceğinize dair belirleme ve diğer işlemleri Sepetimkısmından yapabilirsiniz.

Blogger tarafından desteklenmektedir.